Perşembe , 28 Mart 2024
En Son Yazılar

TÜRKİYE İÇİN FAİZ-ENFLASYON-BÜYÜME-İŞSİZLİK DÖRTGENİNDEN ÇIKIŞ: ?

Tuğberk Çiloğlu

Faiz oranlarımız yüksek mi ? Eğer yüksekse yüksek olması gerektiği için mi yüksek ? Yoksa mevcut düzeyinden daha mı düşük olmalı ? Enflasyonu neden yeteri kadar düşüremiyoruz ? Büyüme ve işsizlik oranlarımız, TCMB’nin faiz oranlarına neden bu kadar çok bağlı ? Dikkat ettiyseniz tüm bu sorular, yıllardır etkili bir çözüm üretilemediği için ısrarla sorulan sorular. Peki, çözüm ne ?

Çözüme geçmeden önce, mevcut dörtlü yapıyı analiz edelim. Ülkemizde faiz oranları neden bir türlü istenilen seviyelere düşmüyor ? Bunun üç temel nedeni var.

1) İç tasarruf yetersizliği

2) Sıcak paraya bağımlılık
3) Risk priminin yüksek olması
Aslına bakarsak, bu üç neden de birbiri ile bağlantılı. İlkinden başlayalım.
Ülkemizin uzun vadeli büyüme oranı %5 civarında. Bu, şu anlama gelir: Ülkemizde işsizlik oranının artmaması, en azından sabit kalması için ortalama büyüme hızımızın %5 olması gerekiyor. Fakat, sormamız gereken soru şu : %5’lik büyüme için % kaç yatırım yapmamız lazım ? Bunu belirleyen şey, sermaye-hasıla katsayısı. Ülkemizin ortalama sermaye hasıla katsayısı 4 olduğu için her yıl yüzde 5 büyüme için yüzde 20 (gsyih’ya oran olarak ) yatırım yapmalıyız. Fakat ülkemizin iç tasarruf oranı %11- %13 arasında dalgalanıyor. Yani, %20’lik yatırımımızın sadece %12’si iç tasarruflarımızla finanse ediliyor. Geri kalan kısmı için dış tasarrufa bağımlıyız.
Peki, iç tasarruf oranımızı nasıl artırabiliriz ? Teoriye göre iç tasarrufları etkileyen iki temel faktör var: reel faiz oranları ve gelir düzeyi. Teoriye göre gelir düzeyimiz arttıkça tasarruflarımızın milli gelire oranı da artar. Peki, bu ülkemiz için geçerli mi ? Türkiye geneli hane halkının borcunun kullanılabilir gelire oranı %52 civarında. Bu oldukça yüksek bir rakam. Hanehalkı geliri artsa bile gelir artışının önemli bir kısmı borç ödemelerine gidiyor. Bir diğer faktör ise tüketim kültürü. Özellikle bilişim çağının yükselişiyle beraber reklamların da etkisiyle Veblen’in de “laisure consumption” yani gösteriş tüketimi olarak tanımladığı tüketim davranışı hızla yaygınlaştı. Hanehalkının gelir artışlarının önemli bir kısmı da bu nedenle tüketime gidiyor.
Dolayısıyla iç tasarruflarımızı artıracak tek faktör, reel faiz oranları olarak kalıyor. Hane halkının tasarrufa yönelebilmesi için, tasarrufların ödüllendirilmesi gerekiyor. En önemli ödül ise faiz kazancı. İşte bu nedenle, nominal faiz oranlarının enflasyon oranından daha yüksek olması gerekiyor.
Ülkemizdeki faiz oranlarının yüksek olmasındaki bir diğer neden, sıcak paraya bağımlılık. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, ülkemizin iç tasarrufları yeterli olmadığı için dış tasarrufa bağımlıyız. Dış tasarruflar ise ülkemize ağırlıklı olarak doğrudan yabancı yatırım, yani reel yatırım yerine portföy yatırımı olarak geliyor. Bunun en temel nedeni ülkemize yönelik risk algısı. Yabancı yatırımcılar, uzun vadeli reel yatırıma ne yazık ki pek sıcak bakmıyor. Dolayısıyla ülkemiz portföy yatırımlarına, bir başka deyişle sıcak paraya bağımlı hale geliyor. Sıcak para için faiz getirisi oldukça önemli. Neden mi ?
Sıcak paranın, daha doğrusu sıcak parayı yöneten küresel fonların iki temel getirisi var: Sermaye kazancı ve faiz getirisi. Faiz getirisi, yabancıların ellerindeki Türk tahvillerini vade tarihine kadar satmamaları halinde ortaya çıkıyor, faiz ne kadar yüksek ise yabancılar o kadar çok kazanıyor. Sermaye getirisi ise zaman zaman faiz getirisine göre çok daha cazip fırsatlar sunabiliyor. Nasıl mı?
Bildiğiniz gibi, bir tahvilin faizi ile fiyatı ters orantılıdır, yani tahvilin faizi arttıkça fiyatı azalır, faizi azaldıkça fiyatı artar (Tahvil fiyatı-tahvil faizi ilişkisi hakkında daha ayrıntılı bilgi için şu yazımı okuyabilirsiniz:http://dusuncekutuphanesi.blogspot.com.tr/2014/09/tugberk-ciloglu-e-mail-adreslerim.html ) Yabancı fonlar Türk devlet tahvilleri ya da özel sektör tahvilleri almak için ilk önce döviz piyasasına giriş yapıyorlar, ellerindeki dövizi satıp TL alıyorlar. Daha sonra bu TL’ler ise tahvil alıyorlar. Bu işlemlerin miktarı ve hızı arttıkça döviz değer kaybediyor, TL değer kazanıyor çünkü iç piyasadaki döviz arzı artmış oluyor. Bu süreç içerisinde faizleri yüksek, yani fiyatları düşük olan tahvillere ciddi bir yabancı talebi geliyor. Tahvillere yabancı girişinin ardından ciddi bir yerli girişi de başlıyor. Bu süreç içerisinde tahvilin fiyatı yükselirken, faizi düşüyor. Yani, yabancılara ellerindeki tahvilin vadesini beklemeden ellerindeki tahvili satarak kar etme fırsatı doğmuş oluyor. Bir fırsat daha var: Ülkemize girerken yüksek fiyattan elden çıkardıkları dövizi (dolar,euro) ülkemizden çıkarken ucuza tekrar alıyorlar. Yani, çifte kazanç fırsatı doğuyor. Tüm bu işlemlerin sonucunda yabancılar tahvilleri satıyor ve paralarını tekrar dövize çevirip ülkeyi terk ediyor.
Dikkat ettiyseniz bu karlı sistemin oluşabilmesi için ilk etapta faizlerin yüksek olması gerekiyor. İşte bu nedenle ülkemiz bu yabancı fonları ülkemize çekebilmek için yüksek faiz vermeye mecbur kalıyor.
Üçüncü neden ise yüksek risk primi. Ülkemizin sosyal-siyasi istikrarsızlık riski yüksek olduğu için küresel fonlar ülkemize borç verirken daha yüksek faiz oranları talep etmekteler.
Yüksek faizin ülkemiz için bazı avantajları olabilir. Bunlar;
1) Hanehalkını iç tasarrufa özendirir, iç tasarruflarımız artar.
2) Sıcak para ülkemize daha çok gelir, cari açığımızı daha rahat finanse ederiz.
2) Ticarete konu olmayan inşaat sektörüne yönelik aşırı kaynak aktarımını bir miktar azaltır. Çünkü faizlerin yükselmesiyle birlikte gayrimenkul fiyatları düşüşe geçebilir. Ekonomik kaynaklar inşaat yerine ihracatın artmasını sağlayacak ürünlerin üretimine kanalize olur.
Fakat, faizlerin yüksek olmasının ciddi dezavantajları da vardır. Bunlar;
1) Faiz oranı yüksek olduğu için sıcak para girişi yüksek olur, TL aşırı değer kazanır, ihracatımız azalırken ithalatımız artar ve sonuç olarak cari işlemler açığımız artar. Bunun sonucunda ülkemizin orta-uzun vadeli kırılganlığı artar.
2) Bankaları reel sektöre kredi vermek yerine riski sıfıra yakın olan devlet tahvilleri almaya yönlendirir, bankalarda toplanan kaynaklar reel sektör yerine devlete borç olarak verilir. Bu doğal olarak reel sektörün gelişimine sekte vurur.
3) Aynı şekilde yüksek faiz oranları yatırımcıların ve işadamlarının reel üretim yatırımları yapmak yerine, neredeyse sıfır risk üstlenerek devlete borç verip faiz geliri elde etmelerine yol açar. Bu ise, kaynak dağılımı bakımından optimal bir tercih olmayacaktır.
4) Faizler yüksek olduğu için doğrudan yabancı yatırım talebi yüksek olmayacaktır. Çünkü doğrudan yabancı yatırım yapan firmalar, yatırımı yaptıkları ülkede de ciddi bir satış yapmak isterler.
Görüldüğü gibi, faizin yüksek olmasının avantaj ve dezavantajları bulunmaktadır. Fakat, tüm bunları gölgede bırakacak önemli bir etken var : ARGE ve eğitim. Nasıl mı?
Yukarıda belirttiğimiz gibi ülkemizin ortalama %5 büyümesi gerekiyor. Bu %5 büyüme ise %20 lik bir yatırım ile sağlanabiliyor. Peki, neden %20 ? Çünkü sermaye-hasıla katsayımız 4 civarı. Eğer bu katsayı 2 olsaydı %10 yatırım yapmak yeterli olacaktı. Peki neden bu katsayı 2 değil ? Çünkü sermayemiz verimli değil, çünkü sermayemizi üretim sürecinde kullanan işgücümüz yeteri kadar bilgili ve donanımlı değil. Ayrıca, kullandığımız sermayenin (makine, teçhizat, yazılım vb.) teknolojik seviyesi çok yüksek değil. İşte bu nedenlerle sermaye hasıla katsayımız 4 civarından pek aşağı inmiyor.
Bir an için sermaye hasıla katsayımızın 2 olup, yüzde 5 büyüme için yüzde 10 yatırım yapıldığını düşünelim. Ne olurdu ? Tasarruf düzeyimiz artmayıp %12 civarında kalsaydı bile biz %2 tasarruf fazlası veriyor olurduk. Böyle bir durumda şuan olduğu gibi sıcak paraya bağımlı olup yüksek faiz verme mecburiyetinde olur muyduk ? Olmazdık. Ayrıca sermayemizin verimi yüksek olacağı için enflasyon da doğal olarak düşerdi. Enflasyonun düştüğü bir ortamda faizlerimizi yüksek tutmamız gerekir miydi ? Gerekmezdi. Belki de en önemlisi, sermayemiz verimli, işgücümüz bilgili, donanımlı ve eğitimli olduğu için siyasi-sosyal istikrarsızlık riskimiz bu kadar yüksek olmazdı. Dolayısıyla ayrıca bir risk primi ödemek zorunda kalmaz, daha düşük faizler verebilirdik. Ayrıca sermaye hasıla katsayımızın 2 olmasından faydalanıp %6 civarı büyüyerek %12 yatırım yaparak işsizlik oranımızı da rahatlıkla istikrarlı bir şekilde düşürürdük.
Dolayısıyla, sadece sermayemizin verimini yükselterek, yani sermayeyi üretim sürecinde kullanan işgücümüzün bilgi-beceri-eğitim seviyesini yükselterek aynı anda hem enflasyonu, faiz oranlarını ve işsizliği aynı anda rahatlıkla düşürebilirdik, ayrıca büyüme hızımızı da rahatlıkla %6’ya yükseltebilirdik.
Tüm bunlar bize şunu gösteriyor: Eğitim şart.
Görüşmek üzere.
Burada yazılanlar yatırım tavsiyesi/danışmanlığı değildir.
Mail adreslerim: utugberk@gmail.com utugberk@hotmail.com

Okudunuz mu?

KÜRESEL KONJONKTÜR VE TÜRKİYE EKONOMİSİ

Tuğberk Çiloğlu Küresel ekonomide 2020 yılı başından beri etkili olan pandemi süreci, kendi içinde yaşadığı …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Translate »